26 Aralık 2007 Çarşamba

Heavy Metal Soy Ağacı

İnternette gezerken tesadüfen karşılaştım, küçük yazılar okunsa daha güzel olacak ama kim yaptıysa oldukça emek harcamış. Soy ağacımız...

5 Aralık 2007 Çarşamba

Lise salonlarından Donnington'a....



Naapalım ki ben bu herifleri çok seviyorum. Çok sevince de içinde benim dahil olduğum blogda haklarında normalden biraz sık bişiler asılı oluyor. İşte bunlardan birisi, AC/DC 3 dvdlik yeni bir konser seti yayınladı. "Plug me in". İlk dvd Bon Scott dönemini, ikincisi Brian Johnson dönemini kapsıor. 3. dvd ise piyasaya sadece limited editionlarda sunulan ortaya karışık tadında bir dvd.
Set 1975te Avustralya'da King of Pop Award'da çaldıkları High Voltage kaydıyla başlıyor, günümüze kadar çok çeşitli ve daha önce yayınlanmamış pek çok konser görüntüsüyle sürüyor. Bu kayıtların heralde en ilginci 1976da verdikleri St Alban Lisesi konserinin siyah beyaz ve amatör kayıdı olsa gerek. Ayrıca Bonus olarak Bon Scottla, Angus Youngla ve Brian Johnsonla yapılmış pek çok röportaj mevcut. Angus Youngın Van Halen'a pop grubu diyerek yaptığı gider de dvdlerin ilginç yanlarından biri. Her bir dvdnin 2,30 saat civarı olduğunuda söylememiz lazım. Sevenleri için süper arşivlik bir dvd seti. Alın abicim...





AC/DC – Grup Tanıtımı

The Formation of Damnation


Yazının başlığı Testamentin 2008de çıkaracaklarını açıkladıkları yeni albümlerinin adı. Demnasyonun formasyonu için kayıtlar hala devam ediyormuş. Davulcu durumları daha netleşmediği için, kayıtları Sadus'un davulcusu ve İstanbulda da Testamentle birlikte izlediğimiz Paul Bostaphla yapıyorlarmış. Sabırsızlıkla bekliyoruz...

R.I.P. Kevin & go on banging your head!




Genclik askımız, ilk goz agrımız, efsane Metal Health albumu ile medarı iftarımız olup glam'den de metale terfi eden Quiet Riot’un isyankar sesi Kevin DuBrow LA'deki evinde ölü bulunmuş, üzüldük. Demek metal health (sağlık) diye bir şey yokmuş, o da yalanmış, azrail onu da almış götürmüş, R.I.P. Kevin…

Tabi olayın bizim olum yazısının akabinde cereyan etmesi de hoş bir tesaduf olmadı:(

Bang your head!

Metal Health will bring you dead:-(

3 Aralık 2007 Pazartesi

Hızlı yaşa genç öl cesedin yakışıklı olsun!

Efendim batıda kafayı bozmuşlar, neymiş rockçılar erken ölüyorlarmış falan da filan. Ortalama yaşlarını hesaplamalar, istatistiki derlemeler gırla…

Biz de rock öldürüyorsa acep metal n’apar diye merak ettik:) Metalciler ve ataları ile ilgili ölümleri derledik toparladık, ahanda boyle bir tablo çıktı ortaya… Lan bu tablo çok küçük okunmuyo falan demeyin, tabloya TIHlayın, kocaman olsun:)

Bu arada özellikle 27 yaşında ölenlere dikkat: Joplin, Morrison, Hendrix ve Cobain! İlk üçü yaşantıları ve muziğe katkıları ile çığır açmışlardı. Rock tarihi bu olayı "uğursuz 27 yaş" diye yazar! Dördüncü Cobain bu sıfatlara layık mıdır, yoksa bu kategoriye dahil olmak için mi bu yaşında intihar etmiştir zaman gösterecek...

Bizce rock / metale olan ön yargı burada da kendini gösteriyor, yuzlerce rock / metal grubu içinde bu kadar sıradışı ölüm fazla değil bizce, peki ya sizce?

Selam Olsun...



Bizim buralarda takımlar nefret ettiğim alemin kralı geliyor tezahüratlarıyla, yada kulübün neredeyse tüm takımların ki birbirinden berbat marşlarıyla çıkarlar sahaya. İşte avrupada bunu böyle yapmayan kulüpler var. Bunlardan ikisi tam bizim kafadan. Birtanesi Geçen hafta Galatasarayla yapacakları UEFA kupası grup maçına çıkarken takımını AC/DC'den Thunderstruck'la sahaya yollayan Panionios, bir diğeride Almanyadaki muhalif kesimin takımı St Pauli. St Paulide yıllardır takımlarını AC/DC'den Hells Bellsle yollar sahaya. İkisine de gönülden selam ediyoruz.






Buda St Pauli - Bayern Munich maçı öncesi, takımların sahaya çıkışları.

23 Kasım 2007 Cuma

Toplumun şamar oğlanları İlk Bölüm


Her toplumun “şamar oğlanı”na ihtiyacı vardır: Şamar oğlanları marjinal bir kesime dahil olur, genelin dışında davranış sergiler. Farklı zevkleri, farklı kıyafetleri vardır. Sürekli toplumdan tepki görmeleri nedeniyle daha içe dönük ve saldırgan davranışlar gösterebilirler…

Bir suçu işleyen alelade bir insan degil de “Şamar Oğlanı” ise konu haber niteliği kazanır ve medyada çok daha geniş yer bulur, sosyologlar failler için linç girişimini başlatır, akademisyenler hemen bu medyatik konuya atlar, tezler yazılır, politikacılar hemen yeni kanun tasarıları hazırlamaya girişir, psikologlar konuyu analiz edip gerekçelerini sıralar… Çünkü zaten marjinal olmaları bir sivrilik kabul edilmiştir ve onlara saldırmak için bahane aranmaktadır! Toplumdaki kötülüklerin çoğunun onlardan kaynaklandığına inanılır..

Halbuki toplumda teror her yerde kol gezmektedir. İnsanlar hatalı sollama, az bir para anlaşmazlığı, basit bir tartışma, küfür vs nedeniyle birbirlerini silahla, bıçakla hatta yumruk ve tekme ile öldürebilmektedir; amma stadda olması ya da tarafların futbol taraftarı, metalci vs olması, yukarıda saydığımız kesimler için ekmek kadayıfıdır en kaymaklısından!..

Şamar oğlanlarının başında holiganlar ve metalciler gelir!

Evet futbol gibi holiganizmin kokeni de Adalar. Holiganizm 70 sonlarında çıkışa geçer. Adalı gencler biraları devirip karşılarına çıkan rakip takım taraftarlarını pataklamaya bayılır ve bu adet halini alır. Aynı dönem; punk, metal, hard core gibi sert muziklerin de yaygınlaşmaya başladığı donem!

Hatta “hard core” lafı, gozunu budaktan sakınmayan taraftar için de kullanılmaya başlar... Uluc gibi bazı cahiller holigan diye bir adam oldugunu falan iddia etse de bu kelimenin kavga çıkaran sarhoşlar için kullanıldığını ve ilk olarak benzer karakterde bir roman kahramanının adı olduğunu soyleyelim.

Holigan olmanın özünde takım taraftarlığını kalbiyle yaşamanın yanı sıra bilek ve yurekle de yaşamak, yani gerekirse takımı için ölmeyi ve tabii ki öldürmeyi de göze almak yatar. Bu kimileri için mantıksız bulunsa da kişisel bir tercih olarak kabul etmek ve o kişilerin tercihine saygı duymak gerekir… Tabii ki yaş ve toplumsal statu belirleyici bir faktordur, ancak yaşanagelen olaylardan hareketle her yaştan ve her kesimden insanın potansiyel holigan olabildiğini söyleyebiliriz, soylemeliyiz…

80’lerde Ingiltere’de trenle yolculuk eden taraftar sayısının artması üzerine altın dönemlerini yaşar holiganizm. Rakip tribunu basan Chelsea taraftarı epey sukse yapar. Sonrasında Thatcher olaya el koyar, firm’lerin icine sivil polisler sızar, gizli toplantılara iştirak etmeyi başarır siviller. Ve bizde Reis tabir edilen lider kadrolarının alayı tutuklanır. En azılıları 5 yıl içerde kalır. Ancak daha sonra savunma avukatının gayretiyle anlaşılır ki iddianamedeki bir çok şey uydurma. Bu adamların olaylara karıştığı herkesce malum, ama iddianamede yazılı olan olaylara değil! Derken epey yüklü tazminat alırlar, içerde kaldıkları dönemin hatırına. Ancak o dönemde çıkarılan kanunlar harfiyen uygulanarak Adalar’da holiganizm kontrol altına alınır.

Türkiye’de de 80 oncesi siyasi olaylarla paralel gider ve anarşinin bir alt kumesi olur Holiganizm! 80 sonrasında ise baskı altında tutulan, yaptığı her şeye karışılan toplumun gençleri, maç öncesi stad kapısı tutmak için birbirine girip yasaklarla dolu toplumda deşarj olurlar. Katı disiplini, çook eski demokrasi tarihine sahip olmasına karşın Ingiltere’nin holiganizmin öncüsü olmasını da çoğu insan yadırgamıştır. Ancak aşırı baskı ve disiplinin şiddet ve başkaldırıyı beraberinde getireceği göz ardı edilmemelidir…

Yarı yarıya tribunlerin paylaşıldığı 90 ortalarına kadar devam eder kapışmalar ve sonra işin sonunun daha kötüye gideceği de anlaşılır ki tribun grupları barış yapar. Artık olaylar çoğul değil, tekil cereyan edecektir ulkemizde…

Konu birkaç yazar dışında hep yanlış anlaşılıp yanlış aktarılmıştır. Sözü dinlenen Uluç, “ağzından salya akan” sıfatını uygun görür cefakar taraftara ve bunun cezasını da stadda maç izleyemeyerek çeker! Uluç’u otorite kabul eden medyanın holiganizmi doğru yorumlaması zaten namkundur!

Ozellikle deplasmana giden taraftarın durumu iyice rezalettir. Kalabalık rakip taraftarın yanı sıra bir de yoresel polis vardır karşılarında hasım olarak. Bu durumda hiç şansları olamayacağı nettir ki çoğunlukla kilometreleri teper, ama stada giremeden gerisin geri dönerlerL Çıkan en küçük çatışmada fatura önce deplasmana gelene kesilir! Geçen yıl Galatasaray taraftarının başına Bursa’da gelen olay da canlı örnegidir! Yanlış guzergahtan götürülen GS taraftar otobusleri taşa tutulur, otobusler kaza yapar, ama fatura hep deplasman taraftarına kesilir…

Kolluk guçleri dışında bir önlem alınmaz ulkemizde holiganizmi onleme adına. Misal amigo yazar ve yöneticilere herhangi bir hukuki yaptırım yoktur, canları ne isterse soyler ve milyonları tahrik edebilirler, ama mesale yakan taraftara anında 1000 YTL para cezası ve 6 ay musabakalardan men cezası tatbik edilir. Ama arkası olan taraftar, ceza da alsa maça gelmeye devam eder. Ha keza sabıka kaydı olanlar bile! Polis işine gelene mudahele eder… Kanunlarda zaten ya göstermelik konmuş, ya da AB’ye girmek için yapılan makyajın bir parçasıdır…

Taksim’de Leeds’lilerle ilgili yaşanan olaya gelirsek, maçtan 48 saat önce tümü fişlenmiş bir grup taraftar Istanbul’a gelir, ama valilik en ufak önlem almaz! Beyoğlu’nda pub’larda başlayan kavgalar; saatler ve metrelerce devam eder, ama ne hikmetse meydanda her zaman olan polis o gün yok olur! Sonuçta herkesin bildiği tatsız olaylar L Bu olaylardan çıkarilacak sonuç gayet net: “İki rakip holigan grubunun kolluk kuvvetleri tarafından tecrit edilmesi şart, aksi takdirde bu işin sonu ölümle dahi bitebilir”…


Adalardan sonra Hollanda, doğu bloku çöktükten sonra da Rusya, Polonya başta olmak uzere bu coğrafya holiganizmin canlı olduğu yerler! Sakin kuzey ulkelerinden ateşli Akdeniz ve Latin ülkelerine kadar her ülkede karşımıza çıkıyor… Günumuzde holiganizmin zirvesi ise Italya: Taze, Lazio’lu bir taraftarın ölüm olayı ile Italya bir kez daha çalkalanıyor… Ama insanoğlunun içindeki ilkel şiddet dürtüsü bastırılamayacağına göre Holiganizm hep varolacaktır…



1 Ekim 2007 Pazartesi

Iron Butterfly: Türkçe meali Demir Kelebek!




Birçok otorite tarafından Heavy Metal’in öncül gruplarından gösterilen, zamaninda Led Zeppelin’den sonra sahne alan, Yes’le asik atan, kendine has tarzlari ile benzersiz olan ama gelmis gecmis en baba rock marslarindan biri olan Inagaddadavida’yı yaptiktan sonra bir daha kendini toparlayamayan Iron Butterfly… http://www.ironbutterfly.com/

66 da kanat cırpmaya başlar demir kelebeğimiz. Adları müziklerine gayet uygundur. Cogunlukla Saykodelik, gitarlar zaman zaman hafif, bazen acaip sert hatta agresif riffler, gotik organlar ve ozellikle dinamik davulu ile sapına kadar rock. İlk albumun adi heavy olunca ilk heavy metal grubu diyen cok olmustur. İlk albumden iron butterfly theme de harbi serttir ama genelde alirsak Zeppelin veya Sabbath kadar sert degildir muzikleri!

Zaten grubun vokalisti ve önemli şarkılarının bestecisi Doug Ingle da sertlikten ziyade melodik olmaya önem verdiklerini söyler. En basit anlatimla cicek cocuk ve hipi ruhunun hardrock’a uyarlanmasi diye tarif edilebilir tarzları… Yalnız bu işi yapan gruplardan onemli bir farkları vardır: Hipi hareketin onemli enstrumanları olan sitar ve dogu ezgileri yerine Grateful Dead ve Jefferson Airplane’in sayco blues temalarını daha sert bir bicimde yorumlarlar… Jefferson Airplane gibi politik takılmazlar, şarkı sözleri hayatın içinden ayagı yere basan sozlerdir… 70 sonrası ise hipi ruhlarından eser kalmaz…

Bir de gitarla bası birlikte kullanma tarzları Cream ve The Who’dan esinlenen Zeppelin ve Sabbath’dan farklıdır. Zira Iron Butterfly kendi tarzını yaratan bir gruptur ve Britanya Rock’undan da oldukca farklıdır muzikleri! Acid rock denen tarzı ilk icra edenlerdendir. Acid, heavy metalin onculu hard rock anlamında ya da o donem yogun tuketilen acid’lerle alakalı olarak söylenir ki her iki tanıma da cuk otururlarJ

Yakın zamana kadar saykodelinin bir ruh hali oldugunu, ozellikle bu tarzda muzik yapan grup olamayacagini dusunurdum ama sanıyorum Butterfly bu tarza en uyan gruplardan. Ha keza Pink Floyd’un ilk donemi de oyle…

68’de San Diego’dan LA’a gelirler. Tabi surf bandlerle kıyaslandıklarında ciddi anlamda “Heavy” serttirlerJ Klavyeyi sert rock muzigine monte eden Ingle o donemi, “adam bası 25$ kazanıp, karnımızı salamlı sandvic ve kopek oldurenle doyurur, yerde uyurduk” diye ozetler.

Çaldıklar mekanda hayranları hızla artınca Atlantic records’un onculu Atco ile anlasma imzalarlar. 67 sonlarında da ilk album icin studyoya girerler, hatta bu albumun cogunu muhendis yardımıyla kendileri kaydeder… Zaten albumun soundundan bu durum kolaylıkla anlaşılır. Vokal cogunlukla Doug Ingle’ın davudi sesinden gelir. Bazi parcalarda ise yumusak sesli Darryl DeLoach söyler… (Bu arada omer-madravari bir yaklasimla Darryl DeLoach’u kanserden 56 yasinda kaybettik diyip analım.) Heavy albumu, Ingle’in ilk bestesi olan Possession’la acilir. Ingle’ın daha lisedeyken yaptığı evliligini, esini yeterince sevemedigini, kısaca sahiplenme’yi anlatır parca: when a man has a woman, And he doesn't really love her, Why does he burn inside, When she starts to love another: It's possession…”

68 de quintet (5 kişi) olurlar; aynı yıl çıkan Inagaddadavida ilk yıl 8 milyon satar! Once platin ardından gold’a yurur. 81 hafta ilk onda olmak üzere 140 hafta listelerde kalır ve Rock arşivlerinin vazgecilmez albumlerinden biri olur. Hatta bircok elestirmen o donemde “Ingiltere icin Satisfaction ne ise Amerika icin de Inagaddadavida odur!” der…

Bu arada yeri gelmişken Inagaddadavida’nın, In the garden of eden’ın alkolluyken soylenmesinden ibaret olduğunu bizzat Doug Ingle’ın ifade ettiğini söyleyelimJ Bu arada bu şarkı o kadar çok filmde kullanılmıştır ki ben de ilk bir filmde duymuştum…

68’de Janis Joplin’le Winterland konserinde aynı sahneyi paylaşarak isimlerini herkese duyururlar! O dönemde sahne aldıkları diğer babalar: Jimi Hendrix, Led Zeppelin, Frank Zappa, Steppenwolf, Yes, Creedence Clearwater, Rush’dır…

Ancak Inagaddadavida’nın olağanüstü dominant olması grubun baş talihsizligi olur. Bu albumden sonraki Ball iyi bir album olmasına karşın bu albumun hatta şarkının golgesinde kalır. 70‘de çıkan metamorfoziz gercekten adı gibi bir degisim mujdesidir sound’uyla ama o da Amerikan rock dinleyicisini tatmin etmez. Tabi girişte bahsettiğimiz hipi duruşun terk edilmesi önemli bir hatadır…

71’de davet edildikleri Woodstock’a ucak gecikmesi nedeniyle yetisemeyip sahne alamamaları da 4. album Metamorfoziz’e darbe vurur! Halbuki bu albumde cift elektro gitarı ve ozellikle Wishbone Ash’i andiran harika solosuyla Butterfly Bleu gibi bir başyapıt vardır. Bu şarkıyı besteleyen gitarist Pinera kısaca “ruhun evrimi” diye tanımlıyor. Kayıtta ilk kez kullanilan sondaki garip seslerin kaynağı guitarbox’a dikkat! (Bu arada bu sarkinin striptiz kluplerinde pek sevildigi notunu da düşelim!)

Grubun diger talihsizlikleri cok baba album yapamaması ve ideal kadro oluşturamamış olmasıdır…

71 de Yes’le birlikte Avrupa turnesine çıkarlar. Grubun dev amfileri ve diger ekipmanlari Yes’i oldukca etkiler. Londra’da Royal Albert Hall’de verdikleri konser de Led Zeppelin elemanlari tarafından da izlenir. Ama bu turne sonrasi grup dagilir. 74 de tekrar toplanip vasat bir album olan “Scorching Beauty” yi yaparlar. Eskilerden Braun ve Bushy vardir ama Ingle yoktur, zaten onun gibi vokal de yoktur! Son albumleri ise ertesi yil cikan Sun and Steel olur. Tekrar eski sert hipi tarzlarina yaklasirlar ki gayet de iyi bir albumdur. Hatta bu album internette bircok elestirmen tarafindan az bilinen SIKI albumler arasinda gosterilir… Ama göle Nasrettin Hoca bile maya tutturamamıştır

Happy happy Helloween:-)


84te ilk goz agrim Quiet Riot’ti. Bugun glam grubu olarak bilinseler de ozellikle ilk albumleri Metal Health’le listeleri altust etmiş, Slade cover’ı Cum on feel the noize’la acaip basarili olmuşlardı. Tabi sonra daha sert takilmaya basladik. Once NWOBHM’a, ardındanda thrash’e terfi ettik. Metallica bas tacimiz oldu, bir de Helloween :)

Essiz, zaman zaman Rus halk danslarını animsatan melodik soloları, harika bas geçişleri ile Helloween. Yillarca boynumda - koleksiyon kutumda iyice kararmis durur hala-, gumus kolyesini tasidim gururla. Bulabildigim tek Helloween sıvetsortunu uzerinde walls of jericho olmasina ragmen bol bol giydim. İlk de bu albumu dinlemiştim Ted’li bir arkadas sayesindeJ

Walls of jericho, intro sonrasi ride the sky’la darmaduman eder adami. Iron maiden’in dominant basi ile Ride the ligtning rifflerini birlestirin kafanizda. Bu kadar hizli bir parcada basci Grosskopf’un gecislerini duyabilmek, hele bir de bass gitar çalmaya çalisiyorsanız büyük keyiftir, tıpkı diğer şarkılarında da oldugu gibi.

Ayrıca Heavy metal şarkısı da adı ve nakaratı ile bir manifestodur adeta: “Heavy metal is the law, keeps us all united free, a law that shatters all the world, heavy metal can’t be beaten by any dynasty, we are wizards, fighting with our spell…”

Gorgar will eat you da espirili yüzlerini ilk kez gösterirler… Hansen’in boguk sesini cok sevmesem de melodiler cok hosuma gitmisti bu albümde. Hele hele how many tears bence tum zamanlarin en iyi parcalarindan biri, muhteşem slow introsu, sonra surekli artan temposu ve ozellikle Live in the UK’deki Michael Kiske yorumuyla! Tabii harika sözleri de cabası: Derken Keeper of the 7 keys cikti, olay degisti. Metal’in gidisati degisti ve Alman melodik metal gruplari ardı ardına piyasaya dokuldu. Bu donemde oncelikle Hansen’den vokali devralan Kiske’den bahsetmek lazım: Bu adam inanılmaz geniş sesi ile istedigi tonda çığlık atabilirdi. Ama sonraki muzikal kariyerinden de anlaşılan metalle pek uzlaşamadıL

Part 1’da daha da onemlisi Helloween bize Power, thrash ve speed metal’in melodik ve iyimser bicimde icra edilebilecegini gosterdi! Bir metal grubunun sert takılırken illa çatık kaşla korkutucu bakışlar fırlatmasına gerek olmadığını da gösterdi. Gene çoğunlukla ırkçı, satanist ya da black metal ogelerine boğulmuş bu tarzın içinde insan hakları, çevre sorunları gibi sosyal konulara değinilebileceğini, Dr.Stein, I want out gibi espirili parcalar da yapilabilecegini gösterdi… Tabi Neonazilerin cirit attığı Almanya’da bu işi yaptıklarına da dikkat…

Bu albumun tamami guzel ama muhtesem gitar melodisi ile Future world gene bir metal başyapıtıydı. 13 dakikalık Helloween şarkısının video klibini de keyifle ve acaip eğlenerek seyretmiştik. Komik kostumlu kurt adamlarla thriller’ın dunyayı kurtaran adam versiyonuydu klip:)



Arkasından Keeper of the 7 keys part 2 geldi. İlki kadar olmasa da gene guzeldi. Buradaki baba sarki da I want out! We got the right sozleriyle how many tears’ı andırıyordu. Ve 13 dakikalık keeper of the 7 keys.

Ve pink bubbles go ape, talihsiz vasat bir album. Bu kadar iyi albumden sonra bu album belki de Helloween’i arayışa itti: Derken Chameleon cıktı, mertlik bozulduJ Ozellikle first time melodik guzel, “I don’t wanna cry no more” ozzy’nin so tired’ı kadar iyi ama power metal icin cok yumusak parcalardıJ Albumdeki slowlardan wind mill klasik bir rock ballad ama benim favorim en son parca: Longing. ‘Senfonik rock sevenlere önerilir.’ Revelotion now ve music nefeslilerle farkli arayislar.. Hele I believe hafif progressive harika bir parca… Neticede album 2000’lerde cok populerlesen prog metal fan’leri icin yapılmış bir proto albumdu deyip bozuntuya vermeyelimJ

Master of rings’den itibaren ise Helloween’i melodik, farklı kılan Michael Kiske yok! Ogrendik ki kisisel sebeplerden Helloween’den kovulmus! Bu albumu dinledigimde ‘Sole survivor’, ‘where the rain grows’ gibi harika parcalar oldugunu ama Kiske’nin melodik sesi yerine, tıpkı Hansen gibi kisik sesli bir vokalist olan Deris’in secildigini ve Helloween’in buyusunu kaybettigini gordum, tabi diger albumleri de dinlemedim… bu arada genel cizgi eglencelik power metal gene… Ayrıca “in the middle of a heart beat” de bana gore en iyi slow’u Helloween’in… Ama ahhh bir de Kiske tarafından yorumlansaymis…

11 Eylül 2007 Salı

"Sizin yaptığınız iş 15 günden fazla yaşamaz..."


Büyük savaş sonrası Avrupa’daki orta halli pek çok aile için yeni bir umut kapısıydı Avustralya, özellikle Britanya’dan pek çok aile yeni fırsatlar için dünyanın geri kalanından uzakta olan bu adada şansını denemeye karar verdiler. Tıpkı Glasgowlu Young ailesi gibi…

Ancak Young ailesinin diğerlerinden farkı yanlarında Sidneye götürdükleri çocuklarından ikisi 1973 yılından itibaren (şimdilik) 35 sene Hard Rock ve Heavy Metal dünyasının en önemli gruplarından birinin tohumlarını atacaklardı.

Hemen hemen Rockstarın hikayesinde olduğu gibi onlarda okul hayatlarına problemli başlamışlar ve kavgalar başarısızlıklar sonucunda okulla olan ilişkilerini sonlandırmışlardı. Bu arada Malcolm bazı yerel gruplarda çalmaya başlamıştı. Diğer iki ağabeyleri George ve John ise Easybeats adlı bir grupta çalıyorlardı ve bir hitleri İngiltere’de 6. sıraya kadar yükselmişti.Bir süre sonra Angus ve Malcolm birlikte bir grupta çalmaya karar verirler, kendi aralarında da sık sık kavga eden kardeşler, bu fikirlerini babalarına açtıklarında. Baba Young, “Sizin birlikte yaptığınız bir şey 15 günden fazla yaşamaz” diyerek oğullarının başarısına olan inancını ve onlara olan desteğini göstermiş. :)

1973te Angus lead, Malcolm ritim gitarda, vokalde Dave Evans, basta Larry Van Knedt ve davulda Colin Burgees oluşan kadrosuyla Sidney’de bir bar grubu olarak takılmaya başladılar.

Şimdi gruba bir isim lazımdı ve bu sorunu da dikiş makinesinin üstündeki AC/DC logosunu kendilerine isim olarak almalarını tavsiye eden kız kardeşleri çözer. Artık grup adıyla sanıyla hazırdır ve bu kadrosuyla yine 1973te Rockin’ in the Parlour/ Can I Sit Next to You Girl 45liğini yayınlar. Angus, Malcolm ve Dave ertesi yıl Melborne gider, burada gruba basçı Mark Whitmore ve davulcu Phill Rudd katılır. Bu kadrosuyla barlarda çalmaya devam eden grubun hayran kitlesi de artmaya başlamıştır. Grubun hızlı, enerjik müziği ve asi yapısı dikkat çekmeye başlamıştır. Ancak grup içinde bazı sorunlar baş göstermeye başlamıştır. Bir gece vokalist Dave Evans sahneye çıkmayı reddetti, aslında Angus ve Malcolmun müzikal tercihleri Dave’den farklı bir yol çiziyordu. Dave , o yıllarda özellikle İngiltere’de populer olan Glam Rock tarzında sound tercih ederken, Angus ve Malcolm kardeşler Led Zeppelin’in açtığı yoldan devam etme ve sert bir rock sounduyla müzik yapmak niyetindeydiler. Bu durum gruba Dave Evans yerine İskoçya doğumlu Bon Scott dahil olmasına yol açtı. Scott daha önce Valentines ve Franternity isimli yerel gruplarda davulcu olarak yer almışt ve AC/DC’ye dahil olduğu sırada grubun şoförlüğünü yapmaktaydı. İlk konserlerine grupla prova bile yapmadan çıkan Scott, hem seyirci hemde grubu oldukça etkilemişti. Grup 1974’te Bon Scott’lı kadrosuyla ilk albümü High Voltage’ı çıkardı. Beste ve sözler Young kardeşler ve Scotta aitti. 1975te ise ikinci albümleri TNT’yi yayınladı. Bu albüm TNT ve It’s a Long Way to the Top gibi AC/DC klasiklerini içeriyordu.1974 ve 75i Avustralya’nın her yerinde konserler vererek geçirdiler. Ülkede gruba olan ilgi onlara platin plak kazandırmıştı ancak grup artık ülke dışına açılmayı ve daha geniş kitlelerce dinlenmeyi hedef almıştı. Grubun Avustralya da ki başarısı da müzik endüstrisinin devlerinden Atlantic Records’un dikkatini çekmiş ve grupla anlaşma yapmışlardı. 1976’da grubun sadece Avustralya’da yayınladığı High Voltage ve TNT albümlerinden seçilen şarkılardan oluşan albüm Atlantic Records tarafından High Voltage adıyla İngiltere’de piyasaya sürüldü. AC/DC uzun mesafeler kat edeceği bu yolda ilk büyük adımını atmış oldu. Albüm satışları oldukça başarılı gidiyordu, adada hızla tanınmaya başlamışlardı. 1976’yı İngiltere ve İskoçya’da konserlerle geçirdiler. Özellikle Glasgow , Manchester ve New Castle gibi İngiliz işçi sınıfının yoğunlukla yaşadığı ve Hard Rock ve Heavy Metalin yükselişe geçtiği topraklarda başarılı konserler verdiler. Bu başarının sonunda, Atlantic Records sadece İngiltereyi kapsayan anlaşmalarını tüm dünyayı kapsayacak hale getirme kararı aldı ve grup için Amerika pazarınıda hedef olarak almaya başladı. 1976’nın sonunda Dirty Deeds Done Dirt Cheap albümünü yayınlandı ve akabinde grup Avustralya’da bir turneye çıktı. 1977nin ilk aylarını Let There be Rock albümünün kayıtlarına ayırdılar.Bu sırada turneler de devam ediyordu. 1977de Dirty Deeds Done Dirt Cheap albümü İngiltere ve Avrupa’da 1 numaraya kadar yükselmişti. 1977’nin yaz aylarında grupta yine eleman sorunu patlak verdi ve basçı Mark Evans gruptan ayrıldı ve yerine İngiliz Cliff Williams katıldı. Grup 1977de ilk kez Amerika turnesine çıktı. Turneden önce ülkede High Voltage ve Dirty Deeds albümleri piyasaya sürüldü. Bu turne döneminde Let There be Rock albümü yayınlandı ve albüm bir anda patladı. Listelerde üst sıralara doğru yükseldi. Albümdeki şarkılardan Whole Lotta Rosie ve Let There be Rock he konserlerinde çalınan birer AC/DC klasiği oldular. Amerika’daki turne sonunda kısa bir süre dinlenmeye çekilen grup 1978 Powerage albümünü piyasaya sürdü ve hemen akabinde dünya turnesi başladı. Bu dönemde İngiltere’de 28, Amerikada 76 Avrupada ise bir düzine kadar konser verdiler. Bu turnenin sonunda, turnedeki konser kayıtlarından oluşan ilk konser albümleri If You Want Blood, You’ve Got It’i yayınladılar. Bu albümden sonra grup daha yüksek yerler için yeni ve tecrübeli bir prodüktör arayışına girdi ve sonuçta Thin Lizzy ve Outlaws gibi gruplarla çalışmış uzun süre birlikte çalışacakları Robert John Lange ile anlaştılar. 1979’da bu değişiklikle stüdyoya kapanan grup 6 ay sonra büyük baş yapıtlarından biriyle yeniden ortaya çıktı. Highway to Hell. Bu albümle grubun soundu sertleşmiş, Heavy Metale daha yakın bir çizgiye gelmişlerdi ve albüm Highway to Hell, Walk All Over You ve Touch too Much gibi klasikleri barındırıyordu.. Bu albüm grubu star gruplar biri haline getirmişti. 1979 yılını da turnelerde geçirdiler. Bu arada 1980 yılında If You Want Blood albümü altın plak , Highway to Hell albümü ise platin plak kazandı. grup için her şey çok iyi giderken 1980 yılını şubat ayında kötü bir haberle temellerinden sarsıldılar. Bon Scott çok içtiği bir gecenin sonunda arkadaşının arabasında sızmış ve kusmuğunda boğularak ölmüştü. Öldüğünde 33 yaşındaydı. Grup bu şokla birlikte bir süre devam etmekle etmemek arasında bocaladılar, ancak devam etmeliydiler ve 7. albümlerinin kayıtlarına başladılar. Bu arada yeni vokalistlerinin kim olacağıyla ilgili pek çok dedikodu ortalarda dolaşıyordu ancak onlar kimsenin aklına gelmeyen bir isimde karar kıldılar. Geordie grubunun eski vokalisti Brian Johnson. Brian Geordie ile 3 ve solo olarakta 2 albüm yayınlamış tecrübeli bir vokalistti ve gruba katılmasıyla birlikte yeni albümün beste çalışmalarına hızla dahil oldu İşin ilginç yanı 1973 yılında Bon Scott’ın grubu Fraternity bir turnede Geordie’nin alt grubu olarak sahne almıştı. 1980 yılının yaz aylarında yeni albüm Back in Black piyasaya verildi. Albüm Bon Scotta adanmış ve simsiyah bir kapakla piyasaya sürülmüştü. İçinde Hells Bells, You Shook Me All Night Long ve Back in Black gibi daha sonra birer rock klasiği olacak şarkılar barındırmaktaydı. Albüm İngilterede hızla 1 numaraya yükseldi. Amerika’da ise 1981in ocak ayında 4 numaraya yerleşir. Albüm 6 ayda yaklaşık 12 milyon adetlik satış yapar ve bugün hala dünyanın en çok satan albümlerinden biridir ve en çok satan Hard Rock - Heavy Metal albümüdür. Albümden sonra grup dünyanın dört bir yanında konserlere başlar. 1981in haziran ayında yeni albümleri For Those About to Rock’ın kayıtlarına başlarlar. Bu sırada Back in Black platin plak kazanır. For Those About to Rock ise 81 yılının sonlarına doğru piyasaya sürülür ve 2 ay içinde bu albümde platin plak kazanır. Grup bu albümün çıkışından sonra bir süre dinlenmeye çekilir. 1983 yılında yeni albüm Flick of the Switch yayınlanır. Albümün çıkışından sonra davulcu Phil Rudd alkol problemi nedeniyle gruptan atılır. Yerine Simon Wright geçer. 1984 yılında Monsters of Rock festivalinde headliner olurlar. Yine aynı yıl Bon Scott’la kaydettikleri ve daha önce sadece Avustralya’da yayınlanan şarkılardan oluşan mini albümleri Jailbreak'i yayınlarlar. Hemen akabinde 1985’te Fly on the Wall albümleri yayınlanır. 1986 yılında ise Who Made Who albümü piyasaya sürülür, bu albüm Stephen King’in Maximum Overdrive filminin soundtrackidir ve 3 yeni şarkı dışında albüm eski şarkılardan oluşur, bunların biride Bon Scott’ın seslendirdiği Ride On’dur. 1988 yılında grup Blow Up Your Video albümünü piyasaya çıkardı ve ardından uzun süren bir turne çıkar. Turne dönüşü davulcu Simon Wrigth ani bir kararla Dio’ya katılır. Yerine Chris Slade gelir. Grup 1990da The Razor’s Edge’i yayınlar, bu albümde oldukça büyük ses getirir ve hızla platin plak seviyesine ulaşır. 80lerde yayınladıkları 3 başarısız albümden sonra , bu albüm grubun yeniden dönüşü olarak yorumlanır. Albümdeki Thunderstruck, Money Talks ve Are You Ready? gibi şarkılar birer klasik halini alır. Albümün çıkışıyla grup yeniden yollara koyulur ve turnelere başlar. 1991 yılında yeniden Monsters of Rock festivalinin headliner’ı olur, bu sefer festivalde alt grup olarak Metallica, Mötley Crüe, Pantera ve The Black Crowes gibi isimler vardır. 1992 yılında The Razor’s Edge sonrası verdikleri konserlerin kayıtlarını içeren 2 cdlik Live albümünü yayınlarlar. 1994’te Phil Rudd gruba geri döner. 1995’te Ballbreaker yayınlandı. 1997 yılında 2si Bon Scottlı konser kayıdı, 1i Bon Scott’la kaydettikleri fakat yayınlamadıklar şarkıları içeren ve diğeri ise Back in Black albümünü içeren 4 cdlik Bonfire’ı yayınladır. uzun süren bir sessizlik döneminden sonra grup 2000de Stiff Upper Lip albümünü piyasaya sürdü, konserler ve turnelerden sonra grup yeniden uzun bir sessizlik dönemine girdi .Ancak 35 yaşındaki bu dev grubun bu sefer çok uzun süren bu sessizliğinin fırtına öncesi bir sessizlik olması en büyük umudumuz.

4 Eylül 2007 Salı

DDP 4 Life!


Nedir bu DDP?
Bayarea Thrash'inin iki dev vokalisti Efsane grup Testamentin yüce vokalisti, -ki kendisini 2006 yılında kanlı canlı izlemiş olmayı bir gurur sebebi sayarım- Chuck Billy ve Exodus'un "ex" vokalisti Steve Souza'nın kurduğu yeni proje grubu (ne geyik laftır ya bu...) Dublin Death Patrol'un kısadan yazılışı.
Bu iki yüce insan yanlarına aldıkları 12 arkadaşlarıyla, ki grup tam olarak şu kadrodan oluşuyor.

Chuck Billy (Testament, Rampage, Guilt) - Vokal,
Steve "Zetro" Souza (Legacy, Exodus) - Vokal,
Andy Billy (Sacred Dog, Rampage, Guilt) - Gitar,
Greg Bustamante (Rampage) - Gitar,
Steve Robello (Out of Control) - Gitar,
Phil Demmel (Machine Head, Vio-lence, Death Penalty, Metal Warrior) - Gitar,
John Hartsinck - Gitar,
Willy Langenhuizen (Rampage, Laaz Rockit) - Bas,
John Souza - Bas,
Eddie Billy - Bas (Vio-Lence),
Danny Cunningham - Davul,
Troy Luccketta (Tesla) - Davul,

2007'nin nisan ayında DDP 4 Life isimli debut albümlerini yayınladılar. Kalabalık kadrolu gubun bu ilk albümü klasik Thrash Metal tarzına yakın (haliyle) bir albüm olmuş . Sadece arada Chuck Billy'nin Testamentin son albümlerinde de kaymaya başladığı Death Metale yakın vokal tarzı nedeniyle oldukça hafiftenden de olsa bir Death Metal havasıda vermekte. Albümün muhteviyatında 12 şarkı bununmakta ve bu şarkıların tamamını Billy ve Souza birlikte seslendirmişler. Mevcut 12 şarkının 3 tanesi cover, bunlar Motörhead coverı Iron Fist, UFO coverı Lights Out ve Thin Lizzy coverı Cold Sweat. Bunlar dışında albümde RIP, Unnatural Causes ,Mentally Unstable ve albüme adını veren DDP 4 Life albümün dikkat çeken diğer şarkıları. Bir süredir keyifle dinliyorum, çok büyük adamlar çook.

25 Temmuz 2007 Çarşamba

Neden Heavy Metal, neden kaliteli müzik?

60’lar, bluesdan hareketle daha keyifli bir muzik turu olan rock’n roll ve turevlerinin ortaya ciktigi donem. Grup muzigi ve ruhunun yavas yavas dirilmeye basladigi zamanlar. Beatles ve Rolling Stones, rock’n roll ve blues’a oranla bu tarz muzigin daha populer olabileceğinin ilk sinyallerini veriyor, pop-rock diyelim kisaca…

70’ler rock tarihinin gozde kutsal donemi. Ticari kaygi yok, ses muhendisleri naif, aletler cogunlukla akustik, kayıtlar ilkel ama dogal. Bugün hala cd’si basılmamis suruyle grup var. Ozellikle Britanya’da herkes muzikle mi uğraşmış diyesi geliyor insanın! Ama talebin cok uzerinde arz olunca bu grupların cogu birkac album sonrası dağılmış, elemanlarin cogu da muzigi birakmis:-(

80’ler yitik donem: Muzikten nefret eden bir Tanrının degnegi dunyaya degmiş olsa gerek! İlk kotuluk MTV’nin ve daha sonrasinda da yiginla muzik kanalının kurulması ve clip doneminin baslamasıyla geliyor ve goruntu sesin onune geçiyor. Kilolu ve ozelligi olmayan sarkicilar TVde yer bulamaz oluyor!

70’lerin baba prog, senfonik grupları, sarkilarının istenen formata uygun olmadiginda satmayacagini gorunce bu donemde sarkiları kisaltıyor, grup eleman sayilarini azaltiyor. Flut, keman gibi akustik aletlerin yerini synth’ler alıyor, sound’da tekduzelik başlıyor. Punk gruplari da saclarını boyatınca underground mekanlardan ust katlara terfi edeceklerini anliyorlar ve new-wave denen sey ortaya çıkıyor. Cinsiyeti belirsiz, müziği belirsiz bir kitle, Ingilizceyi en boktan aksanla, gitarı da en igrenc sound’la kullanarak 70’lerdeki atalarına ihanet ediyor. Hardrock grupları ise gelisen teknoloji ile gitarlarini daha da sertlestirerek Sabbath ve Zeppelin’in izinden metali başlatıyor. 80’lerde adeta colde vaha yaptıkları:)

Gene 80 başlarında underground kökenli ama daha çok Amerika’da yer alan gruplar, Metallica’nın Kill’em all albumunun tutulması ile ardı ardına piyasaya dökülerek metalin daha sert turevleri olan death ve speed metali başlatıyor. Amerika’da muzik Britanya’ya oranla hep daha sert icra edilmiş, çünkü kökeni Iron Butterfly, Hendryx gibi zamanının sert rockçılarına dayanıyor. Amerika her şeyin “en”inden hoşlanıyor ya en sert muzikte oralarda!

Fakat ortada bir gariplik var: Metal grupların görüntüleri hiç hoş değil. Deri, kot, zımbalı bileklikler… Sonra sözler politize, maazallah gençliği yoldan çıkarabilirler! Bir çok grup tavrından taviz de vermiyor. “Bu muziğin onunu kesmek lazım diyor” ilk önce politikacilar ve daha sonra da mecburen sayın produktorler. Ve 70’lerin sulu, glam rock gruplarının bir uzantısı olarak Bonjovi ile pop metal patlıyor. Sert ağabeyler makyajla yumuşatılıyor, bize de sinirden ortadan ikiye ayrılmak düşüyor :(

Bu dönemde bircok baba metal grubu da synth’le hafifleterek müziklerinden taviz verince, zaten endustriyel pop muziğine çok uygun olmayan metal muzik hızla irtifa kaybedip inişe geçiyor. Peki ama bunun yerine bir şey koymak lazım, insanlar bir kere distorsiyon bağımlısı olmuşlar. İşte 80 sonlarına doğru gene kökeni, punk, newwave olan gruplar independent adıyla sahne alıyor özellikle Adalarda. Muzik zaman zaman metal sertliğinde ama adları brit-pop! Muzikleri pop tarzına uygun 3 kusur dakikalık 10 parça. Albumler ruhsuz. Genelde solo yok ama varsa onlarda ruhsuz. Zaten bunun önemi de yok, önemli olan albumde birkaç hit parçanın olması! Tabi grup ruhu diye bir şey de yok. Bu hengameden 21. yuzyıl Pink Floyd’u diyebileceğimiz Radiohead ve onun yanında daha düşük kalibreli de olsa Muse gibi bir kaç grup çıkıyor. Ama gerisi koca bir çöp yığını! İşte Oasis diye bir grup çıkıyor, tamam wonder wall diye harika bir parçaları var ama diğer butun şarkıları ona benziyor. Utanmaz neo-eleştirmenler grubu “yeni Beatles” diye lanse ediyor…

Amerika dedik ya daha sertten hoşlanır. Metal’e Grunge’la yanıt veriyor. Aynı sertlikte ama sadece belli akorların kullanıldığı daha basit, tekdüze, tum vokalistlerin birbirini andırdığı bir muzik o da. Bu yığından da Nirvana ve Pearl Jam gibi iki baba çıkıyor. Aslında Nirvana tarzlar ustu bir grup, grunge demek doğru olmaz! Kobain’in lanetli 27 yaş bunalımından sağ çıkamaması ise muzik adına en talihsiz gelişmelerden…

Neticede muzik produktorleri istekleri doğrultusunda rock’u kendi şablonlarına uyduruyor. Rock, pop, hiphop insanlar her şeyi dinlemeye başlıyor. Tabi bunda mp3’un de buyuk etkisi var. Mp3, “album değil şarkı önemli”yi destekliyor. Sonra Ipod’lar, cep telefonlari vs vs.

Ve 2000’ler: Kutsal dönem revisited:) 90’larda yavaş yavaş internette fanclub’lerin ortaya çıkması ile 70’lerin baba rock grupları ve 80’lerin metal devleri birbir yadediliyor. Bizde nasıl bir imza kampanyasıyla Moğollar tekrar muzige döndüyse... Gene bu dönemde alternatif plak şirketleri kurularak sadece belli tarz gruplara yer veriyor. Internet kanalıyla satış da yapılabildiğinden pazarlama sorunu olmuyor. Ve proje grupları ortaya çıkıyor: Yani kaliteli elemanlar bir album icin bir araya geliyorlar. İnanılmaz bir sinerji yaratıyor bu gelişme! İşte bir Liquid Tension Experiment, Dream Theater’ı adam ediyor. Tabi can çekişen metale de yeni bir soluk geliyor!

Artık her muziğin alıcısı var, yeter ki dinleyici bilinçli olsun…

Ne diyelim, eğer kulaklarınız ayırt edebiliyorsa kaliteli muzikle kalın! Bir şarkı beğendim diye albume hemen atlamayın. Unutmayın aldığınız her kötu album, daha fazla emek verip satamayan grupların yok olması demektir!.. Bakın şarkıcı değil grup diyorum. Müzikte en guzel şey uyumdur, o da tek kişiyle olabilecek şey değil. O yuzden grupların önune geçmeye çalışan solist, poser tiplerden uzak durun.

Bir de muzigi dinlerken yaşayın. Bize, 70’leri yaşayan ağabeylerimiz muzik dinlemeyi böyle öğretti. Her muzik aletini ayrı ayrı duymaya ve sonra kafanızda birleştirmeye çalışın. O yuzden de muzik dinlerken başka iş yapmayın. Muziğin aslında dunyanın en keyifli bulmacası olduğunu göreceksiniz, çözmeye gayret ettikçe tabii ki…

Merhaba

Evet hersey Ezequiel'in "blog nasil yapiliyor" maili ile basladi ve kutsal gugildan hemen bu adresi aldim.

Adresten anlayacaginiz uzere once Heavy Metal, sonra GS ve tabii ki canim(n)iz ne isterse konusucagiz burada.

Vatana, millete hayirli olsun efenim:)

Osmuk aka Blood RED