17 Mayıs 2009 Pazar

17 Mayıs Parken'i Asla Unutma Unutturma!

2000 mayısı... Kara haber tez ulaştı: “Baban kaza geçirdi!” Apar topar İzmir’e gittik. Babamın 4 omurgası kırılmış -ikisi paramparça-, bir hafta yoğun bakımda kaldı. 2 lt. kan verdiler, iç kanamaları telafi için. Günlerce İzmir’de babamın zor bulunan ve kendi tabiriyle asil olan kanını bulabilmek için gitmediğim yer kalmadı... Bu arada sık sık Kopenhag’a birlikte gideceğim arkadaşlarım arıyor, ben de“babam ölüm döşeğindeyken gidemeyeceğimi, satabiliyorlarsa biletimi satmalarını” falan söylüyorum. İki hafta sonra babam beni çağırdı ve “oğlum burada yapabileceğin herşeyi yaptın artık git, isteeer işine, isteeer finale!” dedi. Bunun üzerine doğru Istanbul’a, evime gider gitmez ilk işim kirli sakalımı uğrun inandığım “topsakal” a dönüştürmek oldu-:) ve tabii ki işe gitmedim!

Tribunden 4 kişi, maçtan 2 gün önce gidiyoruz, geri kalan arkadaşlar maç günü gelecek Kopenhag’a... Tüm Türklerin başarı temennileri ile kalktı uçağımız! İlk gün tur otobüsü ile öğlene kadar gezdikten sonra serbest kaldık. Ortalık tüm Avrupa’dan akın akın gelen Türklerle dolu, İngilizlerse bir elin parmakları kadar! Akşama doğru artık sokaklarda habire tribünden arkadaşlara rastlıyoruz. Gece olunca İngilizlerin publarda çoğaldığını gördük. Ortalıkta gezinen sözümona tv muhabirleri, uydurdukları yalanlarla Türkleri tahrik etmeye çabalıyor, şerefsizlikte başı $howtv’ciler ile TGRTciler çekiyordu. Bizim dolaştığımız sürede sıcak temas olmadı ve otele döndük. Ertesi gün, büyük gündü! Sabah kopenhag’a trenle gittik. Danimarkalılar ya laptopla çalışıyor, ya da birşeyler okuyorlardı. Derken bir tabloidin kapağında bizim tribunden bir arkadaşın İngilizlere saldırırkenki pozunu gördük. Medyanın istediği olmuş, kan akmıştı! Sonradan detayları öğrendik ki İngilizler epey hırpalanmıştı. Bu arada bileti olmayıp sırf olay çıkarmaya gelen gurbetçilerimiz de muradına ermişti...

17 Mayıs günü çoğu günübirlik gelmiş ve iyice çoğalmıştı İngilizler. Artık publara sığmıyorlar ve her zamanki gibi hayvanca içiyorlardı. Güya polis şehri ikiye bölmüştü ama Türk tarafındaki publar da İngilizlere ayrılmıştı! Maça sadece saatler kalmıştı. Öğlen saatlerinde nyhavn’da takıldıktan sonra tekne gezisine çıktık. Limana yanaşan teknedeki Türkler sarı çekerken, biz kırmızı ile ortalığı inletiyorduk. Peki ingilizler neredeydi? Her zamanki gibi pubdalardı, ancak sadece içmiyor bu kez sinsi bir saldırı hazırlığı da yapıyorlardı. İçtikleri 3 büyük pub, Taksim meydanını andıran ve Türklerle tıka basa dolu Tivoli’ye çok yakın, üstelik 3 ayrı yönden de kuşatmaktaydı bu meydanı. Cep telefonlarıyla haberleşerek, yerel holiganların da lojistik desteğiyle hızla Tivoli’ye aktılar. Beklenmedik saldırıdan çevre cafelerde oturan yaşlılar dahi nasibini aldı. Bu esnada magazinci Aykut Işıklar da sağlam dayak yemişti, Allahın sopası yok! Türkler ancak panikten kurtulduktan sonra mukavemet gösterebildi. Olaya dahil bir arkadaş daha sonra, “Koca bisikleti herifin kafasına indirdim, bir bok olmadı” diye özetledi yaşadıklarını. Siklet farkı ve aşırı alkol, herifleri birebirde üstün kılan ana etmenlerdi ve Leeds olaylarını daha iyi idrak etmemizi sağlayacaktı...

Biz nehir sefasını bitirip Tivoli’deki olayları haber aldığımızda artık çok geçti. Hacı olmuş ama gazi olamamıştık:( Türklerin önemli bir bölümü gezinirken, İngilizler topyekün saldırıp önceki gecenin rövanşını almıştı. Leeds maçı ve geceki Türk saldırısı da olayları tetiklemişti. Tivoli’ye ulaştığımızda sisten gözgözü görmüyor, kesif koku nefes almayı güçleştiriyordu. Önceki gün olay çıksa birşey yapamaz dediğimiz Dani polisi gerçekten seyirci kalmış, en sonunda gözyaşartıcı gaz bombalarını atmak zorunda kalmıştı. Meydan kırık sandalye ve kan izleriyle doluydu. Ancak türkler ve ingilizler birbirinden tamamıyla tecrit edilmişti.

Yapacak tek şey kalmıştı. Stada vardığımızda daha epey bir süre olmasına karşın Türklerin çoğunun geldiğini gördük. En başta saksı sulama uzmanı kamer genç olmak üzere yığınla milletvekili de oradaydı. Bu kan emici sülüklerin yerine parası olmayan gerçek taraftarları taşısalar ne güzel olurdu! Hevesle daldık stada! İçerde satın aldığımız birayı keyifle höpürdettik. Yerimiz de cillop gibiydi. Pankartımızı astık, bol fotoğraf çektik. Bu arada İstanbul’dan arkadaşlarla buluştuk, yanlarında uğur çekirdekleriyle! Yerimiz GS curvasında kalenin hemen çaprazında 4. sıraydı! Bu arada kapalı müdavimleri hemen arkamızdaki giriş kapısının üstüne konuşlandı, Sebo reis, Edip ve davul da gelince artık maça hazırdı tayfa:)

Ve asrın maçı başladı! İlk atak bizden geldi üstelik! İngilizler arada bir bağırdıkları için sesleri gür çıkıyordu ama biz sürekli bağırıyorduk! En önemli pozisyonda Hakan’ın topu direğe çarpıp dışarı gidiyor, gol gelmiyordu. Maçtaki üstünlüğümüz, eksik oynadığımız uzatmalarda rakibe geçmiş, ancak Taffarel’in son dakikalardaki inanılmaz kurtarışıyla maç başladığı gibi bitmişti. Uzatmalarda sürekli başlatılan “dağ başını duman almış”ın tek izahı yavaştan kendini gösteren RUHtu! Taraftar coştukça bağırıyor, asla yorulmuyordu...

Sıra geldi penaltılara ve RUH’un yardımıyla hakem bizim önümüzdeki kaleyi seçti. Zaten kupayı alacağımızdan emindim, ama bizim kale de seçilince aldık dedim! Tribündeki heyecanı anlatmak ise mümkün değildi. Arsenallilerin biri hariç tüm topları direğe nişanlamasının tek izahı da RUHtu! Stada gelemeyen milyonlarca GS’lının ve bizi destekleyenlerin duaları bir maneviyat duvarı, Ali Sami Yen’in “yabancı takımları yenmek” düstur’u doping ve Karıncaezmez’in sakat kolu da Tafi’nin inanılmaz kurtarışına destek olmuştu... Ve Popescu son sözü söyleyip maçı bitirdi! Staddaki herkes ağlıyordu. İngilizi üzüntüden türkü sevinçten! Ben hariç! Bir hafta boyunca babama o kadar çok gözyaşı dökmüştüm ki sanki kurumuştu yataklarım! Ve o penaltılar atılırken o staddaki en az heyecanlı kişi de buz adam Ergün değil, bendim! Çünkü hayatımın hemen her döneminde çok büyük bir acıdan sonra mutluluk yaşamıştım, işte ilahi yazgım bir kez daha tecelli etmişti :) Sonrasında stadda ne kadar kaldık hatırlamıyorum ama artık orası Ali Sami Yen’di! DJ tüm GS şarkılarını çaldı. Futbolcular dakikalarca podyumda dans etti, şarkılar söyledi. Herkes birbirine sürekli “kupayı aldık gerçekten di mi?” diye sorup duruyor, rüyadan ayıkamıyorduk. Dışarı çıktık ve şehre yürüye yürüye gittik.

Saatler baya geç olmuştu... Bu arada sarhoş bir Arsenalli ile ayak üstü sohbet ettikten sonra bir arkadaş üzerindeki replikas formayla adamın cillop formayı takas etti. Sonra da açık tek bara daldık! İçeri kafayı uzattık, 2 tane genç akustik gitar eşliğinde Oasis*’ten wonder wall’u çalıyor. Bu harika geceye uygun bir parça. “Today is gonna be the day (gün bugündür)...” Barın çevresinin ful İngiliz olması nedeniyle ihtiyatla girdik, arkamızdan diğer türkler de akın etti. Masalar hızla türklerle doldu. Biramızı içtik, sonra aşka gelip cimbom çektik. Öğlen sanki hiç bir şey olmamış gibi, birlikte şarkılar söyledik. “ ...you’re gonna be the one that saves me...(kurtarıcım sensin) Artık bar kapanmak üzereydi, içki servisi kesilmişti. Çıktık dışarı ve taksi aramaya koyulduk. Ancak istedikleri para fahiş olunca tren istasyonuna gidelim dedik. Ama son tren kalkalı çoook olmuştu. Yorgun bedenlerimizi istasyon banklarına devirip sabahki ilk treni beklemeye koyulduk. Hala etraf turk, sesler sarı kırmızıydı :) Hala…

* Oasis’ten hazetmem ama bu parca o geceye gitmişti…

Bloga daha önce benzer bir yazı daha asmıştık...

Hiç yorum yok: