23 Haziran 2008 Pazartesi

Testament İstanbul Versiyon 2.0

Hep gelseler hep izlesek iye düşündüğüm gruplar vardır.. İşte Testament benim için böyle bir grup. Özellikle 2006da izleyip performanslarının müthişliğine de şahit olduktan sonra ikinci heyecandı benim için ve beklenen gün sonunda geldi, yavaştan konsere doğru gidelim.

Festivalin yapılacağı haberi ilk açıklandığında mekan olarak Büyükçekmece Gölü kıyısında bir yerde olduğu söylenmişti. Artık nedendir bilinmez daha sonra Parkormana alındı. Şahsen Parkorman benim İstanbulda en sevdiğim konser alanlarından biri. Açıkhava ve ağaçlar arasında olması en önemli artısı. Ayrıca geniş bir alan olması yorulduğunda yada sıkıldığında bir kenara çekilip dinlenebilme şansıda veriyor. Açıkçası nasıl ulaşacağımı bile bilmediğim Büyükçekmece’dense Parkormana alınması bence iyi oldu. Herneyse,… Festivaldeki diğer gruplar pek ilgimizi çekmediği (Eşim ve Kardeşimle beraber) için sadece Testamentin olduğu güne bilet aldık. Festival’in 2. günü öğleden sonra saat 14-14,30 gibi start alıyordu ancak hem sıcağın etkisi hem de Testament konserini dinç bir şekilde dinleyebilmek için akşam saatlerinde Parkormana gitme kararı aldık. Saat 19 gibi evden çıktık., 4. Leventten itibaren etraftaki otobüs ve araçlarda siyah tişörtlü uzun saçlı insanlar belirmeye başlamıştı. 19.30 sularında arabamızı parkedip alana geldiğimizde İsrail’li grup Orphaned Land sahnedeydi. Bu arada komik bir ayrıntı otoparktan konser alanına geçişimizde kimse biletlerimizi kontrol etmedi, arabanın alabildiği kadar insanı ordan içeriye rahat rahat sokabileceğimiz düşündük. Daha sonra içeride izleyicilere kapıda bileklik verildiğini öğrenip almaya gittiğimizde göveli gençler bilekliksiz girenlerin dışarı atılacağını söyledi. Yersen, o kalabalıkta insanların bileklerini kontrol edip olmayanlar bulup dışarı atma hikayesi bana biraz palavra geldi. Neyse biz içeriye girdikten 10 dakika kadar sonra Orphaned Land konseri bitirdi. Saat 20’ye yaklaşıyordu. Bu arada alanda takılırken sevdiğimiz 2 arkadaşımızı gördük, ortama bizden daha evvelden gelmişler Malt ve Orphaned Land’i de izlemişlerdi. İkisini de hiç beğenmediklerini pek bişey kaçırmadığımızı söylediler. Aslında Malt’ı severim, belki benim ilgimi çekerlerdi kimbilir. Orphaned Land ise gözlemleyebildiğimiz 10-15 dakikalık bölümde bir grup izleyiciyi oldukça eğlendiriyor gözüküyorlardı. Saat 20,45 gibi Pentagram sahne aldı. Tam da festival programında açıklandığı gibi. Trail Blazer’dan beri Pentagram’ın hiç bir albümünü dinlememiştim, TV’de gördüğüm kadar biliyordum neler yaptıklarını. Benim gibi Pena Bakırköy’deyken sürekli Cenk Abi(Ünnü)’yi ziyarete gidip muhabbetini ağzı açık dinleyen birisi için utanılacak bir durumdu. Ciddi bir fan kitleleri var adamların ve izleyenler onları görmekten çok mutluydu. Kendi utancımı sonlandırmak için biran evvel Pentagram’a hakkediği ilgiyi göstermem gerektiği kararını aldım, adamlar 20 seneden fazladır bu piyasada bu müziği icra ediyorlar ve tartışmasız bu ülkenin en büyük Heavy Metal grubu konumundalar. İyi bir performans sergilediler ve saat 22 gibi konseri sonlandırdılar. İzlerken en çok dikkatimi çeken şey, Hakan Utangaç’ın Lemmy’e benzemeye başladığı gerçeğiydi…Herneyse.. He birde söylemeden geçmeyeyim Lions in the Cage müthiş bir parça. Yabancı bir grup yapsa muhtemelen ortalığı sallar geçerdi…

Programa gore Pentagram konseriyle Testament’in arası 1 saat kadardı. Bizimkilerle muhabbeti biraz devam ettirdikten sonra bizimkileri muhabbette bırakıp gücümü Testament’te kullanabilmek için bir kenara oturup beklemeye başladım. Bu arada sahnede Testament için soundchek yapılıyor, davulları vs kuruluyor, sahnenin arkasına yeni albümün kapağı olan dev bir poster asılıyordu.. Saat 23’ yaklaştığında şöyle ortalardan iyi görebileceğimiz bir yer bulmak için ayaklandık. Sahneyi cepheden görebileceğimiz bir yere yerleştik. Saat 23 olduğunda sahne ışıkları kapandı ve birden Trial By Fire’ın introsu duyulmaya başlandı. İnternette gördüğüm setlistlerinde hep Over The Wall’a açılış yapıyorlardı, herhalde bizde değişik bir setlist var diye düşünürken. Alex Skolnik’i sahnede gördüm. Akabinde diğer grup elemanları ve en sonra sisler arasından Chuck Billy çıktı ve intronun bitimiyle Over The Wall başladı ve ortalık karıştı itişenler , kafa sallayanlar, havaya kalkmış Devil’s Hornlar… Bağıra bağıra şarkıya eşlik etmeye çalışıyordum .Restart my life or self destruction .To climb this wall of dark construction .Holding the quest for freedom That beckons me . İnanılmazlardı, yine simsiyah giyinmişler, Chuck Billy’nin üstünde o efsanevi Sadus gömleği…ara vermeden Intothe Pit. Şarkının nakarat kısmında alan INNTOO THHEE PIITT şeklinde inliyordu acayipp…Maçlardan aslında alışık olan benim gırtlağım bağırmaktan yanmaya başlamıştı. Into the pit’ten sonra Chuck buraya yeniden gelmekten çok mutlu olduklarını burda inanılmaz bir Heavy Metal kitlesi bulunduğunu falan söyledi. Akabinde Apocalyptic City başladı. Evet daha once gördüğüm setlistin aynısı gidiyordu, I can feel the fire burn inside of me The power's at my fingers, waiting you shall see Burn, ignite the population Burn, causing mass cremation Burn, feel no shame or pity Burn, apocalyptic city. Artık sesim tamamiyle kısılmıştı. Bi ara yanımda headbang yapan gruba baktım, benim scalar üç numara neyi sallıyorsun. Kıskandığımı hissettim evet!! Bu arada once Practice what you preach ve akabininde de The New Order’a geçtik. Geçen konserde dkkat etmemiştim ama bu sefer dikkatimi çekt Alex Skolnick bir sololarını bir thrash grubu gitaristi gibi değil sanki bir blues rock grubu gitaristiymiş edasıyla atıyordu. Chuck Billy ise sololarda elindeki mikrofonu gitar gibi kullanıp hayali bir şekilde çalar gibi yapyordu. Chuck yaparsa caiz demektir. Bende konser boyu elimdeki hayali gitarla onlara eşlik ettim.Chuck grup elemanlarını anons etti. Tam nerede yaptığını hatırlamıyorum ama konser günü doğum günü olan bir teknisyenlerini sahneye çağırarak doğum gününü kutladı ve bizden de kutlamamızı istedi. Hep birlikte bir Happy Birtdaaay dedikten sonra konser yol almaya devam etti. Son iki şarkıyla biraz dinlendirdiğim gırtlağımı Electric Crownla yeniden zorlamaya başladım. Electric Crown’un akabininde yeni albümden bir şarkı çalacağız dedi Chuck ve More Than Meets The Eye başladı. Albümün tanıtım yazısında da söz ettiğim gibi tribün tadında bok 0o0o0o0o şeklinde seyircininde katılımıyla sürdü. Akabinde Chuck şimdi çalacağımız şarkıyı daha once İstanbulda çalmamıştık ve benim favorilerimden birisi dedi ve grup Low’u çalmaya başladı. Daha sonra Trail of Tears’a sıra geldi . Kendisi de kızılderili olan Chuck bu şarkının benim için çok özel bir anlamı var dedi ve Amerikan tarihinde de Trail of Tears diye geçen 15 bin kadar Cherokee kızılderilisinin beyazlara yer açmak için Georgia’dan Oklahamo’ya ağır kış şartlarında sürüldüklerini ve 100 milden fazla yürümek zorunda kaldıklarını pek çoğununda yolda öldüğünü anlattı. Bu arada ağır tempolu bir balad olan bu şarkı bir nebze dinlenmemize fırsat oldu. Oldukça acıklı bir hikayesi olan bu şarkı sırasında önsıralardan çakmak yakılıp romantic bir edayla sallanılması komik oldu açıkçası. Şarkının bitiminde yine yeni albümden Henchman Ride’ı çaldılar. Bu şarkıyıda Amerikada ki bir motorsiklet grubu için yazdıklarını anlattılar. Şarkı sırasında Chuck sıksık bir chopper kullanır edasıyla hareketler yaptı. Bu arada ön sıralardan havaya kaldırılan 2 Motorsiklet kaskınıda es geçmemek lazım. Ardından Chuck yanına Greg Christian’ı çağırdı. Bir klasik halini alan bu durum herkes tarafından tahmin edildi. Souls of Black geliyordu. Greg’te burada olmaktan çok mutlu olduklarını falan anlattı ve şarkının girişindeki bas introsunu çalmaya başladı. Atdından The Preacher ananos edildi. Müthiş bir riffi ve çok agresif bir seyri olan bu şarkıyıda riffleri 0o0o0o şeklinde tempo tutarak geçtikten sonra grup içeri girdi. Yan tarafımdaki bir grup ya bu kadar mı şunu çalmadı bunu çalmadı diye konuşurlarken, onlara dönüp merak etmeyin Disciples of the Watch’la bitecek dedim. Bu sırada grup geri geldi Chuck henüz yoktu D.N.R çalınmaya başladı. Bu sırada Chuck Billy sahneye üzerinde klasik kırmızı Türk Milli Takımı formasıyla çıktı. Öyle Nike’ın yaptığı yeni süslü formalardan falan değil. 70’lerde 80’lerde giydiğimiz göğüsünde beyaz şerit onun içinde de yuvarlak ay yıldız olan gerçekten klasik formamızla. Nereden buldu, kim verdi acaba… Oldukça uzun bir şekilde D.N.R ve boşluk vermeden 3 days in darkness çaldılar. Ardından bu şarkıyı beklediğinizi biliyoruz vs diyerek Alone in the Dark’a girdiler. Alone’la birlikte ortalık yeniden bir kopma oldu. Bu arada kafamı arkama çevirdiğimde muhtemelen babasının omzunda olan takribi 6 yaşında bir eliyle devil’s horn yapan çocuğu gördüm güzel görüntüydü. Fotoğraf makinem olsa çekecektim. Orda da pek çok insan çekti sanırım internette rastlarız. Alone in the Darkın akabininde eşimin en sevdiği şarkıları olan Disciple of the Watch başladı. Bir yandan da konserin bitimi anlamına geliyordu bu. Şarkının bitimiyle birlikte bütün grup ön tarafa geldi. Chuck Billy bir kez daha Alex Skolnick, Eric Peterson, Greg Christian ve Paul Bostaph’ı anons etti. Penalarını bagetlerini seyirciye attılar. Son olarak Chuck Billy’nin Heavvy Fucckkiin Meetaaal çığlığıyla konser bitti. Fonda San Fransico’yu anlatan eski ve sakin bir parka çalmaya başladı. Eşime döndüm ve bu yakınlarda bir Testament konseri yok mu dedim? Güldü ağır ağır çıkışa yürüdük.

Hiç yorum yok: